25 Nisan 2007

Bu aralar...

Bu ara neler dinliyorum bir de onu yazasım geldi:

!!! - Must Be The Moon (grubun yeni single'ı, çok seviyorum bu parçayı. Ayrıca Emperor Machine remix'i de çok güzel)
The Wombats - Backfire at the Disco (Arama Motoru'na yazacaktım, biraz üşendim biraz da gerisi ne olacak görmeden çok atlamak istemedim gruba, ama bu parça çok güzel, tam arctic-disco-rock!)
Dan Le Sac vs. Scroobius Pip - Thou Shalt Always Kill (Önce Ezgi Starcrazy sonra da The Modern Way tarafından tavsiye edilince direk dinledim, pek de beğendim! Hatta bi dj setimde çalarım bile ben bunu)
The Sunshine Underground - Put You In Your Place (Silent Pony Remix) (Son zamanlarda en sevdiğim rock remix'i, fırtınalı bir deniz gibi coşup sonra aniden sakinleşen parçaları çok seviyorum)
Bright Eyes - Cassadaga (Bright Eyes'ın yeni albümü, biraz Death Cab For Cutie'ye benzettim, her halükarda çok güzel)
Paris - Ladies Man (Nothing can stop him / from playing his part / He’s sent from above / to break your heart...
The Organ'ın dağılmasına çok üzülmüştüm, Paris'i bulunca böyle eski bir dostu hatırlatan birisi ile tanışmış gibi oldum)

Arama Motoru #2: The Aliens & The Field

Yeni müzik grupları hakkında yazmakta hala hiçbir sakınca görmüyorum. Güzel şeyler çıkıyor bence.

THE ALIENS


Psychedelic, folk, rock! Biraz The Beatles, biraz Beach Boys, hafiften Beck ve Ozric Tentacles... The Aliens hepsinden biraz barındırıyor ve dinlemesi de çok keyifli. Ayrıca yeni bir grup... mu? Yeni diye kesip atmak da mümkün ama pek doğru olmaz. Üç kişilik bu grubun üyeleri aslında eskilerden pek sevdiğimiz (ve artık dağılmış olan) The Beta Band'in üyeleri aynı zamanda. John Maclean ve Robin Jones başından beri TBB'de idiler, Gordon Anderson ise grubu kuranlardan ama sonra bir hastalık yüzünden ayrılmış. Hatta Gordon'un Lone Pigeon isimli bir de solo projesi vardı, o da çok güzeldi, iki albüm çıkarmıştı falan.

Her neyse, şimdi bu üçlü The Aliens olarak birleşti ve Astronomy For Dogs albümünü yayınladılar. Albümün açılış parçası Setting Sun'ı Radyo Eksen'de geçen ay boyunca bolca dinlemiş olabilirsiniz, pek eğlenceli tatlı bir şarkı. Ama albümdeki diğer parçalar da aşağı kalmıyor, hatta bence daha güzelleri de var. Mesela hemen ikinci parça Robot Man direk bir unplugged Daft Punk hissiyatı veriyor insana, Tomorrow ile hafif hüzünlenip, Rox ile hafiften dans etmeye başlayabiliyorsunuz. Açık Radyo'dan Levent (Celepçi) ile bu Rox'u dinledikten sonra "ismini söylemesen bunu The Beta Band'in yeni parçası diye yutabilirdim" demişti, bu da bir tüyo olsun.

The Aliens @ myspace
The Aliens - Setting Sun
The Aliens - Rox

THE FIELD


The Field bir rock grubu değil. Alman elektronik/minimal bişey plak şirketi Kompakt'ın keşiflerinden. Tek adam, İsveçli, adı da Axel Willner. Kompakt'tan bir iki single çıkarmış, Kompakt'ın toplama albümleri Total 6 ve 7'de yer almış ve en son da Nisan başında ilk albümünü yayınlamış, From Here We Go Sublime. Burada "sublime" kesinlikle doğru kelime olmuş ama biraz açmak lazım tabi.

Yayınlanmasından hemen sonra Pitchforkmedia ve Stylus Magazine gibi online dergiler albüme neredeyse tam puan vermişler, benim de ilgimi ilk bu çekti. Albümü bir süre mp3 player'ımda beklettikten sonra geçen gün Ankara'dan dönerken (bkz. alttaki başlık) dinledim. Yolun akışı ile grubun hipnotik, biraz karanlık ama aynı zamanda sıcak müziği cidden tam bir uyum içinde gitti, hafif uykulu halimle gözümün önünde bulutlar falan canlanıverdi birden. 90'ların başı ambient albümleri (Seefeel, Aphex Twin gibi isimlerin erken dönem çalışmaları) ve Basic Channel kayıtlarını hatırlatan bir hali var bu albümün. Bazı parçalar biraz uzun gelse de albümün geneli bu kadar tekdüze bir müzikten beklemeyeceğiniz derecede dinleyeni sarıp sarmalıyor, kopamıyorsunuz. Ah, bir de unutmadan, A Paw In My Face'in sonu... Cidden tokat yemişe döndüm, siz de dinleyin anlarsınız, ben anlatmayayım şimdi :)

The Field @ myspace
The Field - Sun & Ice
The Field - A Paw In My Face
*

23 Nisan 2007

Ankara Seferi


Haftasonu Ankara'daydım. Haftasonu demek de hata olur aslında, cumartesi öğleden sonra geldim, pazar öğleden sonra döndüm. Gezinin ana sebebi cumartesi gecesi Locus Solus'da DJ'lik yapmaktı. Bir yıl falan da olmuştu en son oraya gideli, biraz mekan değişikliğinde fayda vardır diyerek otobüse atladım.

Öncelikle Ankara'ya karayoluyla yolculuk artık eskisinden çok farklı. Zira Bolu'da dağa tırmanmak yerine tüneller ve köprülerden geçiyorsunuz. Tabi bu ayrıntıyı yarı uykudayken garip tünellerden geçerken farketmem ayrıca komik oldu. Bir ara baktım bir tünele girdik çıkamıyoruz bi türlü. Sonra çıktık, yerden 20-30 metre yüksekte bi köprünün üzerindeyiz ama bu sefer de köprü bitmiyor, bütün orman vadi falan ayaklarımın altından akıveriyor sanki. Sanki İsviçre'de Alpler'in yanından geçiyor gibi hissediyor insan kendini. Daha sonra dönüş yolunda bu köprüyü uzaktan da adamakıllı görme imkanı oldu zira nedense dönüş yolunda yeni geçiş yolu kullanıma açık değil nedense. Bu arada, en büyük hatam da yanıma bir kamera falan almamak olmuş, hiç foto yok şu anda bu geziden.. Neyse, japon turist değilim ya, her yerde fotoğraf mı çekeceğim?!

Hafif uykulu bir yolculuktan sonra Locus Solus'a attım kapağı. Locus Solus'u bilenler varsa, mekan geçen seneden bu yana çok değişmiş, ana girişi artık bir "köprü" üzeriden mekana bağlanıyor, altınızda iki metre boşluk, hani neredeyse araya su doldur timsah koy falan, kale girişi gibi olmuş ama güzel de olmuş, ben beğendim. Mekanın sahibi ve işletmecisi Çağatay, tanıdığımdan beri Ortadoğu ve Balkanların en sevdiğim insanlarından biridir. Zaten bu mekanın bunca yıldır ayakta kalması ve Ankara'nın kalitesi ve müziği adına en güzel yerlerinden biri olmasının da sebebi odur. Daha ilk başta mekanın amblemi vuruyor adamı, Einstürzende Neubauten!! Bu arada, kısaca Locus Solus ile bağlantımdan da bahsedeyim. İki sene önce Ankara'da yedek subay olarak askerliğimi yaparken, yaklaşık sekiz ay boyunca cumartesi akşamları burada DJ'lik yaptım. Bir asteğmen için süper eğlenceli zamanlardı anlayacağınız.

Saat 7'ye kadar Locus'da pinekledikten sonra rehberim (!!!) ve Sobermag'ın hızlı yazarlarından Ezgi geldi. Biraz muhabbet ettikten sonra yarı bilinçli bir şekilde Tenedos'a doğru yola çıktık ve kaybolmadan mekanı bulduk. Tenedos da Ankara'nın eski mekanlarında biri (linkimiz de var ama sadece fikir versin diye). Tenedos'un alt katında bir süredir Garip Adamlar ekibi ufak tefek konserler düzenliyorlar. Bu garip adamlardan bir tanesi aslında o gece konseri de olan Fungu grubunun vokalisti Zeynep idi, onunla da bu vesile ile tanıştım. O geceki ilk konseri Seha Can veriyordu. Fungu ekibi gibi Ankara'lı olan Seha Can sahneye tek başına çıkıyor. Kendisi tam bir singer/songwriter ve şarkılarını da genel olarak sevdim. Jeff Buckley benzerliğinden bahsediliyordu, cidden bir yakınlık hissediliyor. Zaten sonlara doğru bir J.Buckley şarkısı da seslendirdi. Beni tek rahatsız eden şey, akustik gitar yerine elektro gitar çalıyor olmasıydı. Akustik gitar kesinlikle sesini daha ön plana çıkaracak ve sound'un gereksiz sertleşmesini önleyecektir diye düşünüyordum, hatta bunu konserden sonra ona da sordum. Müziğini grup formatına geçirmek istediğini için elektro gitarla devam ettiğini söyledi. Olabilir tabi, ama sahneye tek çıktığında akustik gitarla herşeyin çok daha güzel olacağını hissediyorum.

Sırada Fungu vardı. Fungu'nun myspace sayfasında etkilendikleri bazı gruplar sayılmış, cidden soundları da bu gruplara benziyordu: Blonde Redhead, Joy Division, Can, Sex Pistols... Dahası herşey yerli yerindeydi ve sırıtmıyordu. İlk çaldıkları parça ile oldukça hızlı girdiler konsere. Acaba kendi parçaları mı yoksa yabancı bir grubun cover'ı da ben mi tanımıyorum diye uzun uzun düşündüm (hatta Ezgi de cover sanmış) ama kendi parçalarıymış! Son zamanlarda dinlediğim yerli gruplar arasında keyfine göre çalan ve icraları (en azından bana) eğreti gelmeyen az sayıda gruptan biri idi Fungu. Locus Solus'a dönmem gerektiğinden konserlerinin sonuna kadar kalamadım ama İstanbul'da bir sonraki konserlerini kesinlikle kaçırmamaya çalışacağım.

Locus Solus'a geri döndüğümüzde önce Ezgi ile kısa bir bira molası verdik ve aşağı kata indik. Benim DJ'liğim öncesinde Çağatay'ın öğlenden haber verdiği gibi Ali Ergun a.k.a. Bokkob'un 8-bit konseri vardı. İşte bu yüzden cidden güzel bir geceydi diyorum, bir tarafta rock konserleri, diğer tarafta bir elektronik müzik konseri, ardından DJ'lik yapacağım, daha ne olsun! Locus'un alt katında çok sıkışık olmasa da ilgili insanlardan oluşan güzel bir kalabalık vardı. Ali, myspace'inde Rob Hubbard ve The Knife'ı kendisini etkileyen müzikler arasında saymış. Tek bir synth kullanıyordu, aletin ne olduğunu tam olarak göremedim ama ortaya çıkan müzik oldukça güzeldi. Bir de tavana amiga/commodore 64 tarzı oyun görüntüleri yansıtılıyordu, keyifli bir elektro-pop konseri oldu.

Bokkob'dan sonra setime - bir nevi selam olarak - onun da çaldığı International Karate parçasının bir remix'i ile başladım. İçerisi giderek daha dolmaya başladı, Çağatay bile bir süredir alt katta böyle kalabalık görmediğini söyledi. Hatta bir süre sonra maliyeden de gelmişler, mekana bir de ceza kesmişler - eskiden Locus Solus'da çalarken sıkça olan bir durumdu bu. Neyse, bir süre sesi falan kontrol altına alıp tekrar aynı hızla devam ettik. Mekanda bir köşede süper eğlenen bir grup vardı ki beni oldukça şaşırttılar. Önce Justice istendi, Uffie çalınca teşekkürler geldi, sonra Surkin soruldu!!! İstanbul'da bile bu kadar kendi zevkime uygun bir dinleyici kitlesi bulamamışken şimdiye kadar, birden burada böyle birşeyle karşılaşmak cidden çok şaşırtıcı oldu. Gecenin sonuna doğru The Little Ones'dan Lover Who Uncovers'ın bir remix'ini (Crystal Castles remix'i) çaldım, onu bile biliyorlardı! Neyse ben de biraz ukalalaştım, abartıyorum sanırım, niye bilmesinler ki?

Bu arada, Çağatay'ın evindeki çılgın plak arşivinin ne boyutlara ulaştığını da görme imkanım oldu. 70'ler ve 80'lerin kayıp italo-disco ve dans müziği tarihine dair ne varsa Çağatay'da bulabilirsiniz, tek başına bu bile Ankara'ya ayda bir gitmek için yeterli sebeptir! Ertesi sabah süper bir brunch - yok hadi, orta karardı aslında - ile güne başladım ve sonra da otobüsüme atlayıp yine yarı uykulu bir şekilde (ama bu sefer Bolu geçişinde uyumayarak!) İstanbul'a geldim.

Artık İstanbul'da gittiğim Ms. John Soda konserini de başka bi başlık altında anlatırım, bu gecelik bu kadar!

11 Nisan 2007

Elbow & I Am Kloot

Bu akşam garajistanbul'da Film Festivali içinde organize ettiğimiz "Come Together" konseri var, Elbow ve I Am Kloot sahne alacaklar. Tahminim şimdiye kadar zaten bu konseri duymuşsunuzdur. Ayrıca bugün Radikal gazetesinde konser ile ilgili bir yazım yayınlandı. Genel içerikli bir yazı oldu tabi ama yine de isterseniz bir göz atın derim. Konserden sonra bazı özel fotolar bu blog'da yer alabilir, onu da söyleyeyim! :)

Bir de bu perşembe Vinyl Culture Records web sitesi üzerinden saat 21.00-22.00 arası (yaklaşık) bir webcast'im olacak ve sonrasında da Babylon'a Deerhoof konserine geçeceğim - dinleyici olarak! Cumartesi akşamı da Indigo'da The Presets öncesi warm-up yapacağım. Hızlı bir hafta.

***

(23 Nisan 2007)

Ve söz verdiğim üzere bazı fotolar (fotoğrafcılarımız Ilgın Erarslan ve Mahmut Ceylan'a da ayrıca teşekkürler buradan!)


I Am Kloot'tan John Bramwell ve gitarının üzerindeki garip şey


Süper sahne adamı Guy Garvey ve Elbow cemaati. Guy'ın eli havada gazel okuyan modda bir fotosunu koymak istedim ama bulamadım ne yazık...


Manchester United :)


Konser sonrası backstage odası, herkes kanka olmuş (eee üç kasa bira bitirdiler, tabiki olurlar!) Ayrıca kadraja yarım yamalak girmek konusnda büyük bir başarı göstermişim, bravo kendime :)

07 Nisan 2007

James Murphy

Şu müzik piyasasında söylediği şeyleri, röportajlarını falan takip ettiğim az adam var sanırım (zaten bence müzisyen adam iyi müzik yapmalıdır, fazla veya anlamlı konuşması gerekmez). Ama net bir şekilde şunu söyleyebilirim: James Murphy'yi çok seviyorum. Ayakları yere basan, kesinlikle kendinin farkında bir insan olduğunu düşünüyorum ve bu da çok hoşuma gidiyor. Peki bütün bunlar nerden çıktı şimdi? LCD Soundsystem'in yeni albümünün yayınlanması ile kendisi ile bir sürü röportaj yapıldı ve çoğunu da gerçekten büyük bir zevkle okudum.

Bence Murphy önce işini yapıyor, onu da iyi yapıyor ve hiçbir zaman gereksiz bir büyüklük taslama derdi içinde değil. Ama tabiki her zaman da alttan almıyor, tam bir sanatçı egosuna da sahip eminim. Berlin'in önemli müzik dergilerinden Intro, mart ayında bir röportaj yapmıştı Murphy ile. Bir yerde Timbaland ve Neptunes'un "en yeni müziği biz yapıyoruz" kapışması hakkkında konuşurken gazeteci "Peki sence kendi liginde senin kapışabileceğin tarzda birileri var mı" diye soruyor. El-cevap: Açık konuşmak gerekirse yok. Şimdi biraz küstah olabilirim sanırım. Ben cidden bizim kendimize özel bir alanda olduğumuzu düşünüyorum. Yıllardır konuşulan hep şudur "DFA'in modası geçti, ben şimdi şunu bunu seviyorum". Ama hep "DFA'in modası geçti"dir. Sürekli tarih oluyoruz ama yine de yeni çıkan popüler olan herşey sürekli bizimkilerle karşılaştırılıyor. Ve bundan da gurur duyuyorum. Belki de gerçekten Timbaland ile falan kapışıyor olmamuz lazımdır. Ama bu komik olurdu, biz çok küçüğüz. Böyle birşeyi düşünemem, elimde pek bir silahım yok çünkü.

Village Voice'da çıkan bir söyleşide Nike için yaptığı 45:33 albümü hakkında konuşmuş. Bu albüm geçen sene yayınlanmıştı ve birçok LCD Soundsystem fanatiği müzikten bağımsız olarak Murphy'nin böyle bir "iş" yapmasını acımasızca eleştirmişlerdi. Muhabir bu işi alırken ne hissediyordun diye soruyor: Çok fazla düşünmedim. İlk başta "bunu yapmak istemiyorum" diyordum. Ama sonra kendime neden istemiyorum diye sorunca, bunun sebebinin, bu işe bir refleks olarak hayır dememin sebebinin gerçekten anlamsız bir duruş olduğunu farkettim. "Cool" olmadığı için istemiyordum. Ve aslında birşeyleri cool olup olmadığı ile ölçmek benim için ciddi bir problemdir. Bir sürü şey cool olabilir, nerd-cool olabilir, hip birşey olabilir... Hani daha çok "ne yapılmış, ne yapılmamış ve kendini bunun neresine koyuyorsun" gibi birşey bu. Ben cidden kafamı bunlara yormak istemiyorum. Böyle olunca da oturup düşündüm; beni rahatsız eden nedir diye. Bir şirketin bana ne yapmam gerektiğini söylemesini istemiyorum. Sonra bir albüm yapıp insanların bunu dinlemek için başka bir şeyleri almak zorunda kalmalarını da istemiyorum. Bunun gibi birçok konu vardı. Sonunda oturup bu işi reddetmek için "cool olmaması" dışında hiçbir bahanem kalmaması için neler yapmaları gerektiğinin bir listesini çıkardım. Bunu menejerime verdim ve o da bunu Nike ve Cornerstone'daki insanlara verdi. Ve kabul ettiler. Bu durumda ben de "eh madem öyle, artık bunu yapmak zorundayım" dedim kendi kendime.

Bir başka röportajda DJ'lik, plak veya cd kullanmak konularında bir laf etmiş ki çok hoşuma gitti (çünkü benim de CD'ler için yaptığım birşeyi yapıyormuş!) Plağı daha çok seviyorum. Bazen pikaplar doğru düzgün ayarlanmadığı için veya feedback yüzünden falan pek iyi ses çıkmayabiliyor ama genel olarak sesinin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Sayfa sayfa CD'lerin arasında gezinmek bütün çalma hevesimi öldürüyor. Bir ara hoşuma gitsinler diye CD'lere kapaklar yapmayı, üzerlerine birşeyler çizmeyi falan denemiştim ama yine de aynı şey olmuyor. Orada olduklarını unutuyorum hep.

Başka röportajlar da vardı ama bir seferde ancak bunları toparlayabildim. Siz de kendisini seviyorsanız bir göz atın derim. Bazen ukala olsa bile (ki neredeyse hiç değil aslında) samimi ve sakin bir yaklaşımı var herşeye. 36 yaşına gelmiş, evli barklı, boş vakitlerinde sokakta köpeğini falan gezdiren bu adamın, 2000'lerin en hip ve çılgın müziklerini yapıyor olması da çok hoşuma gidiyor ayrıca! Sound Of Silver albümünü henüz dinlemediyseniz bir yerlerden bulun dinleyin, gerçekten çok güzel.

Unutmadan, yazının başında söylemem gereken birşeyi en sonuna ekleyivereceğim şimdi: James Murphy bir süredir İngiliz The Guardian gazetesi için bir blog da tutuyor, adı da LCD Blog. Şimdiye kadar dört yazı koydu ve bu ara turneye çıktığı için pek sık yazamıyor. Yazıları da müziği gibi çok eğlenceli ve rahat okunan bir havada, kesinlikle bir göz atmanızı tavsiye ederim, dövüş sporları hobisinden tur otobüsünün şoförüne, hatta blog yazma estetiğine kadar kelalaka konulardan bahsediyor orada da!

03 Nisan 2007

The Cribs


The Cribs will release their new album "Men's Needs, Women's Needs, Whatever" on May 21st, LP & CD through Wichita Recordings.

Ne güzel bir haber bu! Bir süredir görüyordum aslında, ama ancak demin ciddi olduğunun farkına vardım :)