27 Haziran 2006

peeping tom...


Mike Patton'ın yeni albümü, Peeping Tom'u dinledim (tekrar) bu sabah. Güneşli bir sabah için ideal bir albüm değilse de eski Faith No More vokalisti Patton için oldukça günlük güneşlik sayılabilecek bir albüm.

Albümde birçok konuk sanatçı var. Amon Tobin, Dan The Automator, Kid Koala gibi hip-hop'cuların yanısıra Bebel Gilberto ve Norah Jones gibi vokal yıldızları da yer alıyor bunlar arasında (insan James Blunt nerde diyor adeta!) Ama ne Bebel'in sesi tam onun gibi ne de Norah'nın. Patton nasıl oldu da bu isimleri aynı albüme sokabildi diye düşünmemek elde değil.

Aynı zamanda Plan B dergisinin son sayısında Patton ile yapılmış bir röportaj vardı, onun da birazını okuyabildim. Bir pop müzik albümü yapmanın faziletlerinden bahsediyor bir yerde ama bu albümün öyle herhangi bir pop albümü olduğunu da sanmayın, Fantomas ve Mr. Bungle gibi müzik teröristi grupların lideri olan bir adamdan çıkabildiği kadar pop. Esasen Tricky-vari trip-hop ve endüstriyel müzik arasında bir yerlerde geziniyor da diyebilirim. Ama açık söylemek gerekirse, Patton'ın Fantomas olarak yayınladığı eserleri daha hızlı sevmiştim, benimsemiştim (pek kolay yenilir yutulur lokma olmasalar da). Belki biraz daha dinlemek lazım.

Albüm, Patton'ın plak şirketi Ipecac'dan yayınlanmış.

25 Haziran 2006

White Rose Movement

WHITE ROSE MOVEMENT
"Aşk Sayısal Bir Hadisedir…"
(yayınlanmadı, Nisan 2006)

80’lerin ve new-wave’in bayrağı hala dalgalanıyor, yeni savaşçımız ise rock ve electro sound’u ile modernize edilmiş White Rose Movement!

“İngiltere’de işler böyle dönüyor herhalde” demekten alıkoyamıyor insan kendini... White Rose Movement’in bugünlere gelişi oldukça güzel müziklerinin yanısıra doğru insanlar ve doğru zamanlamanın bir araya gelmesi ile şekillenmişe benziyor... İsimlerini 1940’larda anti-nazi tavırları ile kendilerini duyuran Alman öğrenci hareketinden alan grubun vokalisti Finn Vine, Norfolk’da bir ghetto’da büyüdüklerini anlatıyor. Grubun dört üyesi de oradan tanışıyorlar zaten. Evlerinin yakınında, eski bir komünden arta kalanlar arasında bohem takılan gençler, etraflarında sürekli müzisyenler, gitar amfileri, daha 8-9 yaşında müzik ile iç içe olan bir grup çocuk…

Daha sonra grubun gitarist Jasper Milton ile Londra’da okumaya başlayan Finn, orada ilk grubu Arturo’yu kurar, birkaç konser verdikten sonra kazandığı birazcık parayı yine bolca müzik aleti almaya yatırır. Yıllar önce bu şekilde müzik yapmaya başlayan WRM’nin iki elebaşı, daha sonra yine Norfolk’tan arkadaşları olan Owen Dyke (bas) ve Ed Harper (davul) ile ekibi büyütürler. Bu noktada bir de grubun tek dişi üyesi Taxxi’nin gruba nasıl dahil olduğundan bahsetmezsek olmaz: rivayet o ki, Erica (Taxxi’nin gerçek adı) ile Erol Alkan’ın kulübü Trash’de takıldıkları bir akşam tanışmışlar, hatta tanışma demek yanlış olur, özellikle “grubun duruşuna yakışacak” bir hatun bulmak amacıyla mekandaki bütün kızları sorgularken Taxxi çıkmış karşılarına. Daha önce piyano çalmış olan Taxxi de tabi bu teklifi hemen kabul etmiş.

Trash demişken, WRM üyelerinin bir aralar Londra’nın doğusunda oldukça popüler bir kulüp olan Dazzle’ı da işlettiklerini söylemek lazım. Londra’da kafalarına göre çalacak bir yer bulamadıkları için en iyisinin kendi mekanlarını yaratmak olacağına karar verirler ve Dazzle’ı açarlar. Kısa zamanda oldukça popüler olur Dazzle’da, Elastica’nın sesi Justine Frischmann’dan Chris Cunningham’a birçok ünlü sima da DJ’lik yapar, giderek mekan daha kalabalıklaşmaya başlar, sırasıyla önce Babyshambles tayfası, sonra Kate Moss ve en son da The Sun muhabirleri Dazzle’da neredeyse yatıp kalkmaya başlarlar… Ve tabi bu da Dazzle’ın sonunu getirir.

Bütün bu Dazzle ve gece hayatı hikayeleri bir yana, WRM’nin tarzı esas olarak çocukluklarında dinleyip sevdikleri müziklerden yola çıkıyor, esinleniyor. Özellikle punk sonrası 80’ler sound’larına olan düşkünlükleri aşikar. Bunun üzerine bir de 2000’lerin electro-clash sonrası electro-rock sound’unu ekleyelim. Kısaca The Killers, The Bravery, VHS or Beta gibi gruplar ile aynı kulvarda ilerlediklerini söylemek pekala mümkün. Ama WRM’i belki bütün bu tayfadan biraz ayıran, melodik yapılarını oldukça ön plana çıkarmaları. Bunu da hem vokallerde hem de keyboard tonlarında net bir şekilde hissedebiliyorsunuz. Ama tabii onlar da bütün bu post-electro-clash dalgasının içine giriyorar, isimlerinin başında “The” olmamasına rağmen ve çok da başarılı bir şekilde.

Burada atlamamak gereken bir başka önemli bağlantı da Paul Epworth. Her döneme damgasını vuran gruplar olduğu gibi, bu grupların (hatta bazen dönemin veya tarzın) sound’una imzasını atan çok önemli prodüktörler de olur hep. WRM’in arkasındaki isim de Paul Epworth olmuş. WRM’nin ilk single’ları Love Is A Number’dan debut albümleri Kick’e kadar prodüktör olarak hep onu görüyoruz. Maximo Park, Bloc Party ve The Rakes gibi grupların albümlerindeki başarısı ile kendini ispatlamış ve son dönemlerin en hip prodüktörleri arasına girmiş bir isim kendisi. WRM’i ise ilk kez birkaç sene önce bir konserlerinde ses teknisyeni iken dinliyor ve oldukça beğeniyor. Daha sonra Epworth başka bir grup için stüdyodayken onlarla tekrar karşılaşıyorlar. WRM’ciler ise o sıralar çalıştıkları prodüktörlerinden pek memnun kalmadıkları için hemen kayıtlarına Epworth ile devam etmeye karar veriyorlar. Bu ortak çalışmanın ilk sonucu da kendilerinin çıkış single’ı sayılabilecek Love Is A Number oluyor.

Grubun ilk albümü Kick ise yine Epworth’un ellerinden çıktı. Geçtiğimiz aylarda da Gomez, Travis gibi grupların plak şirketi Independiente’den yayınlandı. Albümü de bir turne takip etmekte şu aralar, daha önce Placebo ve The Rakes gibi grupların alt grubu olarak sahne alan WRM, bu sefer kendisinin esas adam olduğu bir turne ile yollara düşüyor. 19 Mayıs’ta da Indigo sahnesinde olacaklar.

Robert Henke (Monolake) ile bir röportaj

MONOLAKE (Robert Henke)
(Bant, Aralık 2005)

“Benim için karanlık daha duygusal. Karanlığım tutkular ve umutlarla dolu, bazen de oldukça rahatlatıcı olabiliyor.” İşte iki cümle ile Monolake, devamı da aşağıdaki satırlarda…

Elektronik dans müziği, 2000’lerin başlarından itibaren hızlı bir ivme ile küçülüp çekirdekleşen minimal house / minimal techno gibi akımlar da giderek daha çok ilgi görmeye başladı. Ama sadece dans müziği alanında değil elektronik müziğin diğer alanlarında da daha minimal akımların geliştiğini takip ettik. Robert Henke, ya da daha bilinen adı ile Monolake de tam da bu iki alanın ortasında, özel bir yerlerde duran özel bir sanatçı. Onun müziği Blade Runner’ın karanlık, yağmurlu ve futuristik atmosferini hatırlatan, oldukça ritmik ama içe dönük bir müzik. Biraz Autechre’in Amber albümüne, biraz Future Sound of London’ın Lifeforms dönemine benziyor ama bir o kadar da kendine özgü ritimler ve sesler ile dolu, henüz doğmamış bir bebeğin karanlık ama sıcak dünyasını andırıyor.

En son bu yaz sekizinci albümü Polygon_Cities ile gündeme gelen Henke, elektronik müziğe olan ilgisinin Jean Michel Jarre - Oxygene albümünü keşmetmesiyle başladığını söylüyor. Küçükken biraz da ailesinin isteksizliği yüzünden bir enstrüman çalmayı öğrenememiş. “Belki de bu yüzden, klasik enstrümanları çalmayı beceremediğimden seslere karşı derin bir ilgi geliştirdim ve ses örgüleri (soundscape) üzerine yoğunlaştım” diyor. “Ama geriye bakınca bunun kendi yolumu bulmam için faydalı olduğunu bile söyleyebilirim, neden bilgisayarlarda yapabileceklerimin daha ancak yüzeyindeyken klasik enstrümanları kullanmaya çalışayım ki?”

Çalışmalarına ünlü (hatta efsanevi) Basic Channel / Chain Reaction plak şirketlerinde başlayan Henke, kendine elektronik müzik camiasında oldukça saygın bir yer de edinmiş durumda: On yıl içinde 10 albüm ve bunun iki katı kadar single yayınlamış, Japonya’dan Brezilya’ya dünyanın birçok yerinde konserler veriyor, MUTEK gibi festivallerde özel performanslar sergiliyor ve Deadbeat, Ricardo Villalobos gibi isimlerle de ortak projeler yapmakta. Özellikle Deadbeat ile kendi yazdığı Atlantic Waves programı vasıtasıyla verdiği konserler oldukça ilgi çekici: bu program sayesinde iki müzisyen birbirlerinden farklı kıtalarda internet üzerinden beraber çalabilmekte. Henke, başka müzisyenler ile de Atlantic Waves konserleri vermeyi planladığını, hatta belki bir noktada bir konser albümü bile çıkarabileceğini söylüyor. Yakın zamanda Depeche Mode’un yeni albümündeki ‘The Darkest Star’ parçası için bir de remix yapmış, bu sayede vokallerle ve şarkı sözleri ile uğraşmanın da oldukça ilginç olduğunu keşfettiğini söylüyor.

Henke’nin bazı çalışmaları sadece müzik olmanın da ötesinde: Meksika’daki MUTEK festivalinde prömiyerini yaptığı “Studies For Thunder Live” etkileyici bir ses enstalasyonu, gökgürültülü bir fırtına atmosferini sentetik seslerle yaratıyor. Henke bu çalışmanın CD formatında aktarılmasının mümkün olmadığını söylüyor. Meksika’da açık bir arazide 4 kanal üzerinden gerçekleştirilen bu performans, daha sonra Kanada’da 8 kanal üzerinden tekrarlamış. Henke galerilere yönelik ‘heykelvari’ bazı ses örgüsü projeleri de yapmış ancak son zamanlarda bunlara pek vakit ayıramadığını da söylüyor.

Robert Henke, aynı zamanda Monolake’in ilk yıllarındaki ortağı Gerhard Behles’in geliştirdiği ünlü Ableton Live müzik programının Ar-Ge ekibinin de baş aktörlerinden. Ancak Ableton Live için çalışırken kendi müzikal zevklerini bir kenara bırakıp olaya fonksiyonel yaklaşıyor: “Program geliştirmeyi bir kalem yapmak gibi düşünebilirsiniz. İnsanların bununla ne yazdığını bilmeniz gerekmiyor, teknik olarak nasıl yazdıklarını bilmeniz yeterli.” Ableton Live kullanıcıları kuzeyli cazcı Eivind Aarset’den Mogwai’ye, Fransız ikili Daft Punk’tan breakbeat ustası Rennie Pilgrem’e kadar uzanmakta...

Son olarak kendisine en beğendiği filmleri soruyoruz, bazıları tam da tahmin ettiğimiz gibi: Blade Runner, Alien ve Brazil. Ama açıkcası Being John Malkovich, Fear and Loathing in Las Vegas ve hatta La Dolce Vita’yı pek beklemiyorduk! Tabi ekliyor: “Bu listeye daha da devam edebilirim, hepsi güzel filmler ama bir başka 500 film için de bunları söylemek mümkün!”

Robert Henke ile yaptığım röportajın tamamını http://monolake.de/interview06.html adresinden okuyabilirsiniz.

Savaş Çocukları İçin Acil Albüm

Savaş Çocukları İçin Acil Albüm
(Radikal, 18/09/2005)

Radiohead, Coldplay, Gorillaz, Kaiser Chiefs gibi İngiliz rock'çılar 'savaş çocuklarına' yardım için stüdyoya girdi ve bir günde 'Help: A Day In The Life' albümünü ortaya çıkardı

İSTANBUL - Bundan bir 10 yıl öncesine gidelim: 1995'te çıkan bir albüm beklenmedik bir başarıya imza atmıştı. İşin ilginci, bu tek bir sanatçıya ait bir albüm de değil, bir derlemeydi. 'Help' isimli albüm Radiohead'den Orbital'e, The Boo Radleys'den Stereo MCs'e varana kadar dönemin en güzel müzisyen ve gruplarının albüm için kaydettikleri parçaları içermekteydi. Kayıtları 4 Eylül'de başlayan albüm, rekor bir sürede, dört günde tamamlanmış ve CD olarak 9 Eylül 1995'te piyasaya çıkmıştı. Hatta albümün bir an önce piyasaya çıkmasını sağlamak için kapağında parçaların isimleri bile yer almıyordu.

Radiohead'in iki yıl sonraki 'Ok Computer' albümünde de yer alacak olan ünlü 'Lucky' parçası ile Paul McCartney, Paul Weller ve Noel Gallagher'in birlikte söyledikleri 'Come Together' albümün hit'lerindendi. Fakat belki de en önemlisi, albümden elde edilen bütün gelirin Bosna'da savaştan etkilenen çocuklara yardım etmek amacıyla War Child (Savaş Çocuğu) isimli uluslararası yardım örgütüne bağışlanıyor olmasıydı. Daha ilk gününde 71 bin adet satan bu albüm, War Child'a yaklaşık 1 milyon 250 bin sterlin civarında bir bağış toplanmasını sağladı.

İlk albümün yayımlanmasının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, ağustosta yeni bir 'Help' albümü yayımlanacağı haberleri gelmeye başladı. O zamanların heyecanı tekrar canlandı tabii, ne de olsa ilk 'Help' CD'si uzun bir dönem boyunca CD player'ların yanı başından ayrılmayan, hâlâ bile zevkle dinlenebilen bir albümdü. Bu sefer bütün sanatçılar kayıtlarını tek bir günde (8 Eylül) tamamlayacaktı ve albüm ilkiyle aynı tarihte, yani 9 Eylül günü internetten indirilebilecekti. Takip eden haftalar içinde CD olarak da yayımlanacak olan albümden elde edilecek tüm gelirler yine War Child'a bağışlanacaktı, özellikle de Irak ve Afganistan'daki savaşlardan etkilenen çocuklara yardım ulaştırmak amacıyla.


İnternetin 'en hızlı'sı
Gerçekten de 'Help: A Day In The Life' ismindeki yeni albüm planlanandan birkaç saatlik bir gecikme ile 9 Eylül günü akşamüstü vakitlerinde internetten satışa sunuldu. Geçen pazartesi gününe kadar da 4 bin adetlik bir internet satışı ile şu ana kadar en hızlı satılan 'internet albümü' olduğu söylenmekte. Tabii bunda albümdeki star isimlerin de etkisi büyük olsa gerek, zira kadro açısından bu albüm ilkinden aşağı kalmıyor. O zamanki ekipten Radiohead ve Manic Street Preachers'ın yanı sıra, güncel Brit-rock'ın birçok popüler ismi de albümde yer alıyor: Gorillaz, Belle&Sebastian, Damien Rice, Bloc Party, Kaiser Chiefs. Ayrıca Sudanlı hip-hop yıldızı Emmanuel Jal ve Malili grup Tinariwen gibi dünya müziğinden isimleri de görüyoruz. Kadroya son saniyede katılanlar da var; Mercury ödülü sahibi Anthony &The Johnsons'ın Anthony'si John Lennon'a ait bir parçada Boy George ile düet yapmış. Bu arada tüm bu grupların kayıtlarını dünyanın dört bir yanından gönderdiklerini belirmekte fayda var. Mesela Gorillaz çalışmasını Hong Kong'dan yollarken, turnede olan Kaiser Chiefs ise Berlin'de sadece üç saatliğine bir stüdyoya girerek bu işi halletmiş.

Albümde herkesin merakla beklediği açılış parçası Thom Yorke'un piyanosu başında seslendirdiği hoş bir ballad olan 'I Want None Of This'. Daha sonrası ise bazen hızlı bazen yavaş, ama çoğu zaman sosyal içeriği yoğun, hafif melankolik bir havada devam ediyor. The Zutons'un 'Hello Conscience'ı, Kaiser Chiefs'in 'I Heard It Through The Grapevine' parçası, ama özellikle de Manic Street Preachers'ın 'Leviathan'ı albümün en hareketli ve eğlenceli parçaları. Diğer taraftaysa The Magic Numbers'ın 'Gone Are The Days' parçası ve Gorillaz'ın Uzakdoğu tütsüleri kokan eseri 'Hong Kong' hafif hüzünlü, hafif melankolik havaları ile dikkati çekenlerden. Ancak albümün belki de en büyük zaafı, rock müziğine biraz fazla eğilmiş olması. İlk 'Help' albümünde Orbital, Portishead, The KLF, Andrew Weatherall gibi önemli elektronik müzikçiler de çok güzel eserlerle yer alırken, bu sefer bu kulvarda sadece Mylo'yu görebiliyoruz. Albümün kapanışını ise İngiliz rock müziğinin bir başka yıldız grubu yapıyor: 'How You See The World' parçalarının yeni bir versiyonuyla Coldplay!


Radikal gazetesi linki

Frank Black – Honeycomb

FRANK BLACK – HONEYCOMB
(Roll, Ağustos 2005)

Kendisini hatırlamayan veya bilmeyen herkes için kısaca hatırlatalım: Frank Black, efsane grup The Pixies’in vokalistidir. Geçtiğimiz aylarda 40’lı yaşlarına adım atmış olan Frank Black (veya Black Francis) son bir buçuk yıldır tekrar toparlanan Pixies ile turlamakta, çok güzel konserler vermekteydi. Ancak bu yılın başlarında birden Black’in yeni bir solo albüm yayınlayacağı haberleri duyuldu ve hem Pixies-severler hem de onun solo çalışmalarını takip edenler (bunlar tahminen aynı kişilerdir) merakla bu albümü beklemeye başladılar. Ne de olsa Black 1996’dan beri bir albüm yayınlamamıştı. Arada ufak tefek bazı tüyolar geliyordu ama sanırım albümden ilk single “I Burn Today” ile işin asıl rengi ortaya çıktı. Bu bir folk/country albümü idi ve Frank Black’in sesi hiç bu kadar yumuşak ve duygusal olmamıştı!

Gerçekten de albümü ilk dinlediğinizde bir an şaşkınlığa düşüp “ya bu sahte olmasın” diyebilirsiniz. Oldukça tatlı ve sakin bir ses, oldukça melodik ve folk tadında parçalar. Hiçbir şarkıda Black’in o Pixies’den alıştığımız korsan çığlıklarını duymuyoruz. Bazı yerlerde Neil Young veya Johhny Cash gibi isimleri hatırlatıyor, bazı yerlerde Cohen’i. Her halikarda oldukça Amerika kokan bir albüm, ünlü Nashville country tarzı her şekilde kendini hissettiriyor albümde. Müziğin renkliliği bir yana, Black gerçek üstü şarkı sözleri ile yine kendini gösteriyor, kalbindeki atomlardan kahin kadınlara kadar herşeyden bahsedebiliyor. Albümdeki şarkıların ikisi hariç bütün parçalar Black’in kendi besteleri. Kendi bestesi olmayan iki parçadan ilki Song of the Shrimp, Elvis Presley’e ait. Ancak Black, Elvis için oldukça fantastik ve oyunlu sayılabilecek bu şarkıyı hafifçe evirip çevirmiş. Sonuçta eğlenceli bir havada söylemniş ama en az Monkey Gone to Heaven kadar çarpıcı ve duygusal bir şarkı çıkmış ortaya. Diğer parça ise eski bir country klasiği Sunday Sunny Mill Valley Groove Day. Albümdeki en ilginç parçalardan biri de Strange Goodbye, Black bu parçayı boşanmak üzere olduğu karısı için yazmış ve hatta onunla beraber söylemiş!

Frank Black albümün yayınlanması arifesinde verdiği bazı röportajlarda bu albümdeki şarkılarında kendisi hakkında ilk kez bu kadar içten olduğunu ve kendini açtığını söylüyor. Şarkı sözlerinin içe dönüklüğü ve albümün duygusal havası, aslında tam da albümün yapıldığı sırada Black’in içinde bulunduğu ruh halini yansıtıyor. Albümün kayıtları öncesinde uzun süren bir evliliğin ardından boşanmak üzere olan Black, (biraz da bunun oluşturduğu boşlukta) Nashville’de yaşayan ünlü country prodüktörü Jon Tiven’e uzun süredir düşündüğü country albümünü artık kaydetmeye hazır olduğunu söyler ve oraya gider, albümün kayıtlarını orada tamamlar. Yani Nashville albümde ruhen olduğu kadar cismen de bulunuyor.

Nashville demişken, albümün Frank Black kadar çarpıcı olan bir başka yönü de, kendisinin bu albümde beraber çalıştığı müzisyenler. Steve Cropper, Reggie Young, Spooner Oldham ve David Hood gibi isimlerin çoğunu ilk bakışta pek tanımayabilirsiniz ama bu efsanevi “session” müzisyenleri zamanında Elvis Presley, Bob Dylan, Janis Joplin, Otis Redding gibi isimlerin gruplarında yer almışlar. Albümde hepsi 60’larını geride bırakmış olan bu usta müzisyenler ile çalışan Black, çoğu zaman onların yanında küçük bir çocuk gibi daha çok susup onları dinlemeyi tercih ettiğini söylüyor: “Eğer birileri yanınızda When A Man Loves A Woman’ın orijinal kayıtları sırasında neler olduğundan bahsediyorsa yapmanız gereken sadece susup dinlemektir”. Yaklaşık dört günde (hem de Pixies’in tekrar birleşmesinden sonraki ilk konsere dört gün kala) kaydedilen albümün nasıl bu kadar güçlü bir müzikal altyapıya sahip olduğu da böylece anlaşılıyor zaten.

Rilo Kiley – More Adventurous

RILO KILEY – MORE ADVENTUROUS (Brute / Beaute Records)
(Roll, Haziran 2005)

“Neden bana kimse daha önceden haber vermedi??” Bazen bir albüm dinleyip böyle deyiveriyor insan. Veya nasıl olmuş da bunu kaçırmışım? Ama oluyor işte, ne güzel bir şeymiş bu böyle derken bir de bakıyorsunuz etrafa, adamların üçüncü albümleriymiş, zaten arada bir sürü de ep yayınlamışlar… Hatta bununla da kalmayıp son albümlerinin bir sürü eleştirmen tarafından pek de beğenilmediğini, zira eski samimiliklerini kaybettiklerini, müzik endüstrisine ruhlarını satıp indie-rock alemine ihanet ettiklerini, bu yüzden de tüm indie piyasası tarafından lanetlendiklerini okuyup iyice allak bullak oluyorsunuz. Ama daha yeni tanımıştım onları, niye bu zalim eleştiriler falan derken hafiften hayalleriniz kırılıyor. Ama bunlar üzerine fazla düşünmeden bir güzel küfredip yaralı benliğinizi kurtarabilirsiniz, “eleştirmenleri s.keyim”. Ve bütün söylenenleri bir kenara atıp o çok sevdiğiniz albümü kulaklıktan yüksek sesle tekrar tekrar dinlemeye devam edebilirsiniz!

Rilo Kiley ile tanışmam ve olayların gelişmesi yukarıdaki gibi özetlenebilir. Gerçekten de taa 1995’lerde kurulan bu grup, geçtiğimiz yıl Ağustos ayında üçüncü albümü “More Adventurous”u yayınladı. Albümün yayınlanmasından önce EMI ile çalışacakları yönünde haberler yayılmış, sonrasında da özellikle indie-müzik ile ilgili belli başlı web sitelerinde yayınlanan olumsuz eleştiriler duruma tuz biber ekmiş. Ama bir başka taraftan da albüm Rolling Stones’un geçtiğimiz yılın en iyi albümler listesinde sekizinci sırada yer alıyor. Rilo Kiley’in tarzı tam anlamıyla akustik ve folk rock kulvarında. Zaten grup üyeleri yeni Amerikan folk camiası ile de oldukça yakın, Ben Gibbard gibi isimlerle ortak çalışmaları olmuş, Saddle Creek’den geçmişlikleri var (ikinci albümleri oradan yayınlanmış). Bu albümde emeği geçenler arasında da bu camianın önemli bazı isimleri var: Saddle Creek’den Mike Mogis ve Dntel/Postal Service projelerinden tanıdığımız Jimmy Tamborello bunlardan bazıları. Albümün grubun önceki albümlerine göre daha bir elden geçmiş, daha bir stüdyo albümü olduğu açık ama bu kesinlikle kötü bir şey de olmamış. Arada sırıtan bir iki şarkıyı (özellikle I Never) saymazsak şarkılar sadece bir gitar ile de rahatça söylenebilecek kıvamda. Ancak burada esas vurucu unsur vokalist Jenny Lewis’in sesi. İddialı bir yorumla Joan Baez’i hatırlatıyor diyenler var ve hak vermemek elde değil. Hollanda’nın ünlü indie-rock grubu Bettie Serveert ile de benzerlikler sezinliyoruz, özellikle yarattığı o melankolik hava sayesinde. Yine de kendine has bir tınısı var Lewis’in sesinin. Bazen hüzünlü, hafif içine kapanık, bazen huzur verici – sanki üstünüzü örttükten sonra size masallar okuyan bir anne gibi, bazen de her an patlamaya hazır bir halde – sanki hala iç çekişmeleri içinde huzur bulmaya çalışan bir ergen gibi. Bütün bunlar grubun müziği ile birleşince ortaya çok tatlı birşeyler çıkıyor, içine rahatlıkla sığınabileceğiniz, kendiniz ile kolaylıkla özdeşleştirebileceğiniz, tek başınıza olsanız bile size huzur ve mutluluk verebilecek bir müzik.

Rilo Kiley’in kelimeleri de müziği gibi, bazen eğlenceli, bazen politik ama genel olarak aşk, ayrılıklar ve kararsızlıkların çevresinde dönüyor. Albümün açılış şarkısı It’s A Hit (bu şarkı aynı zamanda albümün ilk single’ı ve hit’i idi) biraz politikacılara, biraz askerlere biraz da sanat çevrelerine giydiriyor ama sonunda grup kendine de çuvaldızı batırmaktan kaçınmıyor: “tabiki bütün bunları yemiyorum / ama ben de aynısını satmaya çalışıyorum”. Ve buradan intihar eden bir arkadaşın hatırlattıklarına, boş konuşmalara, dokunuşlara ve oradan sekse kadar herşeyden bahsediyorlar…

Sonuç olarak aslında üzerinde fazla kafa yormadan dinlerseniz böyle bir albümü güzel bulmamak elde değil. Özellikle folk rock şarkılarını seviyorsanız, tatlı bir kadın sesi sizi hala sımsıkı sarabiliyorsa ve Richard Linklater filmlerinden hoşlanıyorsanız!

Mylo – Destroy Rock & Roll

MYLO – DESTROY ROCK & ROLL (BREASTFED)
(Roll, Ocak 2005)

Elektronik müzik, özellikle de dans müziği piyasasında ilginç bir döngü vardır. Bir grup (veya kişi) ilk başta bir single çıkarır, bu başarılı olursa bunu bir başkası izler, işler bir süre böyle devam ettikten sonra sanatçı eğer gerekli cesareti toplarsa ve beklenti de varsa yayınlanan single'ları ve toparlar ve yeni bir iki parça daha ekleyerek ilk albümünü çıkarır. Mylo, yani Myles McInnes’in Destroy Rock & Roll albümü de bu yollardan geçmiş bir albüm. McInnes, 2003 yılı ortalarında (şu anki albümü ile aynı adı taşıyan) ilk single’ını yayınladı ve Pete Tong’dan Erol Alkan’a bütün ünlü DJ’lerin favorisi oldu, daha sonra kasım gibi ikinci single’ı (aslında ep) “Paris Four Hundred” yayınladı, yine herkesin gözdesi oldu... Ve 2004 yılı Mayıs ayı gibi beklenen albümü yayınladı ve Mylo beklentileri hiç de haksız çıkarmadı: birbirinden güzel 14 parça içeren bu albüm, ünlü DJ Mag dergisinden ağır İngiliz gazetesi The Guardian'a İngiliz basınından da çok güzel eleştiriler aldı. BBC'nin web sitesinde albüm hakkındaki kısa eleştirinin arkasından irili ufaklı sayfalarca okuyucu yorumu geldiğini de belirtmeden geçmemek lazım. Ülkemizde tabiki böyle bir albümden uzun süre bihaber olmamız normal ama "güvenilir kaynaklardan" edindiğimiz bilgilere göre bu albüm Fransa'da bile yeni yayınlanmış, öyleyse geç kalmamış olabiliriz diyerek 2004 yılının en güzel albümlerinden biri olan "Destroy Rock & Roll" albümüne dalalım hemen:

Albüm huzurlu bir şekilde başlıyor, sonra ortalarda oldukça bir hareketlenip sonlara doğru yine huzurlu parçalarla bizi yerimize oturtuyor, efendi efendi sona eriyor. Birçok yerde yapılan Röyksopp benzetmesi özellikle başta ve sondaki bu ağırkanlı parçalarda hissettiriyor kendini: yumuşak beat'ler, sakin ve rahatlatıcı melodiler ve tam anlamıyla bir pazar günü keyif müziği. Şahsen pek de öyle ahım şahım şeyler olmadıklarını söyleyebilirim. Cafe Del Mar serisi gibi chill-out albümlerinde sıkça duyduğumuz parçalardan belki daha iyi ama yine öyle arkaplanda kaybolan standart güzellikte parçalar, herkezi az buçuk mutlu etmeye yetecek kadar güzel olanlardan. Ama albümün ağır topları, ilk iki parçadan sonra başlayan "elektro-disko bombaları"! Muscle Cars'ın başlaması ile işlerin artık eskisi gibi gitmeyeceğini hissediveriyorsunuz (ufak bir not, Mylo bu parçayı, California UCLA'de felsefe yüksek lisansı yaptığı sıralarda aşık olduğu büyük Amerikan arabalarına ithafen yapmış). Bu parçayı Drop The Pressure takip ediyor. Drop The Pressure açık bir şekilde albümün en güzel parçası. İnsanın kanını kaynatan heyecanlı bir bas melodisi ile giriyor, Vocoder soslu bir robot sesi melodik melodik birilerinin anasına küfredip "basıncı düşürün" derken siz de heyecandan yerinizde duramıyorsunuz! Henüz bu parçayı dinleyip de sakin kalabilen birilerini görmedim. Sıradaki In My Arms da aşağı kalmıyor, 80'lerin romantik parçası Bette Davis Eyes, birdenbire bir dans parçası oluveriyor. Albüm bundan sonra da son iki parçaya kadar aynı tempoda devam ediyor, Destroy Rock & Roll ayrıca ilginç bir parça, içinde 80'lerin bütün ünlüleri geçiyor ve Duran Duran'ın üzerinde özellikle durulmuş!

80'lerin Mylo üzerindeki etkisi aşikar ama orada takılıp kalmadığı belli. Müziği bir o kadar da Daft Punk-vari coşturucu elektro sound'lar, enerjik ve keskin synthesizer tonları ve aralara çaktırmadan serpiştirilmiş akustik ses sample'ları ile dolu. Bütün bunları bir rock grubu çalıyormuşcasına birleştirmiş müziğinde. Bu arada, Myles McInnes albümdeki parçaların çoğunu tek başına, tamamen bilgisayarın başında bestelemiş. Hatta ilk başlarda keyboard ve efekt prosesörleri gibi elle tutulur elektronik cihazlar bile kullanmamış, birçok genç (ama parasız) müzisyenin yaptığı gibi ilk başlarda elinin altında sadece güçlü bir bilgisayar ve Reason gibi soft-synthesizer'lar (herhangi bir synthesizer'ı bilgisayar içinde taklit eden müzik yazılımları) varmış. Albüm öncesinde eline daha çok para geçtiğinden olsa gerek, ev stüdyosunda artık bir bilgisayar ve programlarından fazlası var. İşin daha da güzel tarafı, Mylo'nun tamamen bilgisayarda yaptığı bu eserleri konserlerinde çalarken tek bir laptop’un arkasına saklanmak gibi basit bir yola kaçmamış olması. Tabi laptop ile canlı müzik yapanları aşağılamak gibi bir niyet yok burada. Mesela Four Tet’in iki laptop ile ne tür harikalar “yaratabildiğini” pek de güzel gördük ve dinledik. Ama Mylo’nun heyecanlı dans müziği ruh olarak rock’a çok daha yakın ve bu yüzden de sahnede bir laptop cambazlığının yeterli olamayacağı aşikar. McInnes, konserlerinde bolca keyboard, iki gitar, bas, davul ve kendisi dahil dört kişilik bir kadro ile sahneye çıkıyor. Bu durumda da konserler bir dj performansından ziyade gerçek bir rock konseri havasında geçiyor olduğu söylenebilir – herkesin bolca dans ettiği bir konser! Bu formülü oldukça başarılı uyguluyor olsa gerek, sanatçı 2004 başından beri ünlü Glastonbury dahil birçok festivalde ve değişik mekanlarda durmadan konserler vermiş.

Air – Talkie Walkie

Air – Talkie Walkie
(Roll, Şubat 2004)

Talkie Walkie albümünü incelemeye müziği anlatmakla başlayabiliriz. Albüm 10 parçadan oluşuyor ve yaklaşık 45 dakika kadar müzik içeriyor, bazıları sözlü bazıları enstrümantal. Uzaydan gelen bir parça, Venus karşılıyor bizi ve daha ilk notalardan itibaren artık odanın ışıklarını biraz kısmamızı, yatağa uzanmamızı söylüyor bize. Havada uçuşan gitar arpejleri, piyano akorları, çevrenizi sarıveren sıcak synthesizer sesleri, yumuşacık bir bas melodisi… Ve Air ikilisinin kendi seslerinden -bu sefer konuk vokalist yok- hafif Fransızca aksanı yemiş, bazen biraz inceltilmiş yumuşacık bir İngilizce ile söylenen şarkılar. Bazı parçalarda insan kendini kuştüyünden bir yatağa ağır çekimde düşermiş gibi hissediyor. Özellikle Cherry Blossom Girl, Mike Mills ve Biological bu konuda çok başarılı. Bir iki parça biraz grubun bir önceki albümünü (10.000hz Legend) hatırlatıyor, hafif karanlık ve esrarlı ama kesinlikle oradaki kadar değil. Genel olarak çok dingin, enerjisiz, olabildiğine sakinleştirici, tembelleştirici, tatlı bir müzik bu, Cocteau Twins’i hatırlatabilir, Beach Boys’u bile hatırlatabilir. Bu arada, enerjisiz olmasını kesinlikle kötü anlamda söylenmiş değilim. Sadece müzik sizi öyle bir ruh haline sokuveriyor işte, enerjinizi emiyor. Bir 45 dakika boyunca kafanızın üstünde kuşların uçuşmasını sağlıyor.

İşin “müzik nasıl” yönü böyle işte. Ama söz konusu grup, nispeten alternatif bir müzik tarzı (Chill-out?) ile daha ilk albümünde (Moon Safari) uluslararası çapta inanılmaz satış rakamlarına ulaşan Air olunca olay burada kalamıyor. Bazı beklentiler oluşuveriyor ve değişik sebeplerle oldukça da yüksek beklentiler bunlar. Mesela grubun takipçileri yine “aynı derecede güzel” bir albüm bekliyorlar, eleştirmenler “hem aynı derecede güzel hem de farklı ve çarpıcı” bir albüm bekliyor, plak şirketi ise haliyle içerik ne olursa olsun bol satacak bir albüm bekliyor. Grup bir kere bu pop müzik çemberine girdikten, bir etikete sahip olduktan sonra -bu etiket işi de sadece simgesel değil aslında, plak şirketleri yeni bir albümü olabildiğince tanıdık kılabilmek için hemen cd’lerin üstüne etiketleri yapıştırıyorlar, “daha önce şunu bunu yapan grup” diye- artık bütün adımları bu önceki noktaya göre değerlendiriliyor. Mesela birçok büyük müzik dergisi, Air’in ikinci albümü 10.000hz Legend’ı fazla karanlık olmakla eleştirmişti, yani farklı olmakla birlikte yeterince güzel bulunmadı o albüm. Halbuki 10.000hz Legend, biraz karanlık olmakla birlikte genel Air tarzının tutarlı bir devamıydı ve bu açıdan grup hem tarzını koruyup (gitarlar tınıları, atmosferik müzik, uçuşan vokaller) hem de kendini yenilemeyi başarabilmişti. Bu sefer ise Air belirgin bir şekilde o eski, bulutların üzerinde tatlı tatlı gezinen haline geri dönmüş. Hatta belki biraz haddini aşan bir eleştiri olabilir ama, Talkie Walkie’ye Moon Safari formülünün köşeleri de alınmış olarak geri dönüşü bile diyebilirim. Zira bu albüm ile Moon Safari arasındaki en önemli fark, şu yukarıda bahsettiğim enerji eksikliği gibi geliyor bana. Moon Safari’deki Sexy Boy veya Kelly Watch The Stars gibi parçaları dinlerken o pozitif enerjiyi çok iyi hissedebiliyorsunuz, neredeyse dans bile edebilirsiniz. Ama Talkie Walkie’de müzik çoğu zaman sinsi bir şekilde arka plana gömülüyor, kendisini unutturuyor, Brian Eno standartlarına göre oldukça ambient yani! Yine de içimden bir ses Air’in bu albüm ile chill-out alemlerinin Robbie Williams’ı olma yolunda ilerlediğini söylüyor...

Son olarak meraklıları için albüm ile ilgili bir iki detay ve bilgi: Albümün prodüktör Radiohead, Beck ve The Strokes gibi grupların da prodüktörlüğünü yapmış ünlü bir isim, Nigel Godrich. Albümün ilk 45’liği Cherry Blossom Girl, Ocak başında yayınlandı. Ama albümün yayınlanmasından önce piyasaya çıkan ilk parça değil bu. Albümün kapanış parçası Alone In Kyoto, Sofia Coppola’nın son filmi Lost In Translation’ın yaklaşık 4-5 ay önce yayınlanan soundtrack’inde yer almıştı. Parçalardan birine ismini vermiş olan Mike Mills ise zamanında Kelly Watch the Stars ve Sexy Boy’un video kliplerini de çekmiş olan yönetmenin ta kendisi. Son olarak, grubun albüm sonrası turne planları da yavaş yavaş belirginleşiyor. Air, albümün İngiltere’de 26 Ocak’ta yayınlanmasını takiben Şubat ayı boyunca İngiltere’de konserler verecek. Ayrıca Mayıs başında Kaliforniya’da düzenlenecek ünlü Coachella festivaline katılacakları dedikodusu da şimdiden ortalıkta dönmekte.

Adem – Homesongs

Adem – Homesongs (Domino Records / Kod Müzik)
(Roll, Haziran 2004)

O sıralar biraz yalnızsanız, hava biraz soğuk biraz kapalı ise, sokakta melankolik bir şekilde tek başınıza yürüyorsanız dinlemek isteyeceğiniz türden müzikler vardır. İnsanın yalnızlığını, hüznünü tamamlayan, içinde bulunduğu ruh halini en etkileyici şekilde kendisine geri yansıtan müzikler… Veya evinize girip kapıyı kapattığınızda, bir köşede artık ne yapıyorsanız yaparken hayatınızın sakin arka planındaki müzik olmasını isteyeceğiniz türden bir şeyler. Bunlar hüzünlü veya yalnız şarkılar bile olsalar aslında mutluluk verici müziklerdir, hissettiklerinizi dolu dolu yaşamanızı sağladıkları için mutlu ederler insanı. Adem İlhan’nın müziği ‘Homesongs’ işte tam böyle bir şeyler kısaca, hüzünlü ama insanı mutlu eden bir hüzün…

Türk bir baba ve İngiliz bir annenin çocuğu olan Adem’in yarı Türk olma durumu belki bizler için ilginç olabilir ama kendisi esasen kült post-rock grubu Fridge’in elebaşlarından biri olarak tanınıyor. Aslında bu aralar Fridge ismini ‘Kieran Hebden’in (Four Tet) eski grubu’ olarak duymaya o kadar alıştık ki, bunun arkasında gerçekten bir grup ve başka bir beyin olduğu gerçeği biraz unutulmuş gibiydi. Adem’in solo albümünü dinleyince bu konuda biraz daha fikir sahibi oluyor insan. Gerçekten de Adem’in müziği Four Tet’in bilgisayar efeklerine ve işlenmiş seslere boğulmuş çarpıcı ‘folktronica’sının aksine, olabildiğine akustik, çocuksu ve sade. Küçük bir ev stüdyosunda kaydedilmiş bu müzik Neil Young – Johnny Cash’vari bir country müziği ile Steve Reich ve Eno gibi minimalist müzisyenlerin en tatlı, en dinlenebilir taraflarını birleştirmiş. Gitarların yanı sıra, glockenspiel, harmonium gibi insana huzur veren ne kadar ses varsa kullanılmış. Ayrıca Adem sıkça karşılaştırıldığı Kieran’ın aksine şarkı da söylüyor ve bunu oldukça güzel yapıyor. Albüm sakin başlıyor ama çaktırmadan coşkunlaşan bir iki parça da yok değil. Özellikle dördüncü parça ‘Gone Away’ ve bundan sonra gelen ‘These Are Your Friends’ (albümün en güzel parçalarından biri aynı zamanda) belki kabaran elektro gitar sesleri içermiyor ama bir Mogwai veya Explosions In The Sky etkisi yaratabiliyor insanın üzerinde, öyle sakin sakin dinlerken birden bire kendinizi Adem ile beraber sokağın ortasında bağırırken bulabilirsiniz (kulaklıkların başlıca zararları!!!)

Bütün bu güzellemeler bir yana, albüm kesinlikle kendini çok ön plana çıkaran bir yapıda değil; mütevazi, köşede kenarda kalmış, eline gitarı ve yanında şarabı ile hüzünlü şarkılar söyleyen avare bir ozanın müziklerine benziyor daha çok. Hani bestelerdeki o özen ve hassasiyet olmasa, sıradan bir demo kaydı gibi bile ele alınabilir. Adem de kendi farkını burada ortaya koymuş zaten, kendi ev stüdyosunda gerçekleştirdiği kayıtlar gerçekten teknik olarak kusursuza yakın güzellikte. Sadece bir gitar akorundan girerek oluşturduğu yapı, parçaların sonunda bir senfoni orkestrası havasına bürünebiliyor.

Adem, tek kişilik bu mütevazi ev hali müziğini yollara da taşımayı ihmal etmiyor bu arada. Mart ayı sonunda yayınlanan Homesongs’dan ilk single (These Are Your Friends) İngiltere’de Mayıs ortalarında yayınlandı ve yaz aylarında yoğun bir turne programı şimdiden kesinleşmiş durumda, tabi ağırlıklı olarak İngiltere ve Avrupa çevresinde. Geçen ay ülkemizde olan Kieran’dan duyduğumuza göre Adem ile Kieran Fridge’in yeni albümü için bazı çalışmalara başlamışlar. Ama ne yeni bir Fridge albümü ne de başka bir şey, Adem’in Homesongs’u yalnız başınıza geçireceğiniz geceyarısı mesaileri için mükemmel bir seçim olabilir.

nedir

başlangıç olarak 2004'ten beri çeşitli dergilerde çıkan yazılarımı ekliyorum buraya, blog dediğin de bu değil midir zaten!

http://www.alcakbasinc.com/radio/DunyaninCazi_1OCAK2009.mp3